Gönüllülük Nedir ?
Gönül kavramı birçoğumuzun şiirlerden, şarkılardan veya türkülerden duyduğu ve özellikle halk edebiyatımızda dillere pelesenk olmuş bir olgudur. Birçok dilde moto-mot bir karşılığının bulunmadığı ancak Türk toplumunda kapsamlı bir anlama sahip olan gönül kavramı özellikle Türk halk edebiyatında insanların yüreklerinde sebebli veya sebebsiz oluşan duygusal taşmaların kaynağı olduğu gibi bu tür duyguların yada ruhsal devinimlerin hikayesine göre sebebi sonucu yada sorumlusu olarak ifade edilebilir. Gönüllülük kavramı yine gönül kavramı gibi yoğun olduğu kadar duru ve karmaşık olduğu kadar da sade bir kavramdır. Bazı durumlarda tanınma ve takdir edilme dürtüsünün ön plana çıkabildiği ama temelde herhangi bir maddi çıkar gütmeden, özgür iradesi ile içinde bulunduğu topluma ve çevresindeki insanlara zaman ve emek harcayan bireyler yada kurumlar gönüllü olarak tanımlanırlar. Toplumumuzda ise gönüllülük kelimesi uzun yıllar vakıf çalışmaları, imece usülü örgütlenmeler ya da Ahilik gibi meslek örgütlenmeleri yolu ile hayat bulmuştur. Bununla birlikte piyasa ekonomisinin hakim olduğu küreselleşen dünyada toplumların birbirleriyle iletişimi çok daha kolaylaşmış ve bunun sonucu olarak kültürler arası etkileşimin yoğunlaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu etkileşim sonucunda toplumumuzda da artık gönüllülük yalnızca “gönülden gelen”, karşılık beklemeden yapılan vakıf odaklı hayırseverlik çalışmaları olarak değil, hızlı kentleşmenin ve sanayileşmenin ket vurduğu sosyalleşme dürtüsünün canlı tutulması için bir kişisel gelişim aygıtı olarak görülmesini sağlamıştır. Bu Neo-Gönüllülük kavramının yazılı görsel ve diğer iletişim kanalları ile popülerleştirilen kariyer odaklı kişisel gelişim olgularından bir tanesi haline gelmesi ise plansız hızlı kentleşme ve programsız sanayileşme etkenleriyle sosyolojik anlamda bir daralma sonucu ortaya çıkan bencil ve asosyal modern toplum insanı için bir tedavi yöntemi olarak ortaya sürülmesi ile birebir ilintilidir. Bu yöntem dahilinde gönüllülük kavramının kişisel gelişim sürecinin önemli bir halkası haline getirilmesi ile;
• Topluma toplam fayda odaklı anlamlı bir geri dönüş sağlanması hedeflenmiş,
• Bireylerin yalnızlıkları ile çevrelelen dünyalarına sosyalleşme kapısının açılması için güzel bir sebeb olarak lanse edilmiş
• En önemlisi piyasa ekonomisinin İ.K odaklı ihtiyacını duyduğu çok yönlü sosyal bireylerin meydana getirlmesi için araç olmuştur.
Bu konuyu biraz daha açarsak temelde yaptığımız her işin altında bizi motive eden bir ihtiyacın ve bu ihtiyacın tetiklediği beklentinin olduğu gerçeği işaret edilmektedir. Moslow düzenlediği ihtiyaçlar hiyerarşisi içerisinde işaret ettiği sosyalleşme ihtiyacı bir anlamda bu olguyu tanımlamaktadır. Şöyle ki; Gönüllünün sözlük tanımına tekrar dönersek; ‘’içinde bulunduğu toplulukta herhangi bir karşılık ya da çıkar beklemeksizin bir işi yapmayı kendiliğinden üstlenen kişidir’’ şeklinde tanımlandığını görebiliriz. Bununla birlikte modern insan tipinin bencil karakteri ve izole yapısı ile gelecek nesillerin sağlıklı bir toplumda büyümeleri tehlike altına düşürmüştür. İşte bu yüzden toplumbilimciler ve psikologlar sosyalleşme dürtüsünde tetikleyici bir kapasiteye sahip gönüllülük kavramını günümüz insanının kapitalist eksende vücut bulan kariyer ihtiyaçları ile oluşan beklentilerine uyarlayarak kişisel bir gelişim sürecine dahil etmişlerdir. Fakat teşhiste gösterdikleri başarıyı tedavide maalesef gösterememişlerdir.
Çünkü bireylerin veya kurumların üstlendikleri gönüllülük projesine dair beklentilerinin ne derece rafine olduğu ve proje sonucunda çıkan başarılı (mutluluk) yada başarısız (hayal kırıklığı) neticenin ne denli kuvvetli bir şekilde yönetieceği iletişim yetenekleri ile birebir alakalıdır.
İşte maalesef günümüzde gönüllülük kavramının içini boşaltarak sonuç odaklı bir PR aracı haline getiren sürecin temeli burada yatmaktadır. Halbuki bana göre gönüllülük bir işin ucundan tutmak sonucu her ne olursa olsun yapılan işden duyulan lezzet duymak ve yukarıda bahsini ettiğim modern insanın karmaşık fıtratı ile alakalı sorunun parçası değil çözümün bir parçası olmaktır. Aslında gönüllülük kavramın bu denli karmaşık hale gelmesi geçmişte toplum kimyamızda önemli bir yer tutmuş dervişlik ruhunun kavramdan sökülüp alınması ve piyasa ekonomisinin bir PR aygıtı haline gelmesi ile birebir ilintilidir.
Sabahattin Ali’nin meşhur bir hikâyesi vardır; çaydanlık. Kıtlık zamanında hapse giren bir adamın ölümü ve daha sonra cenaze üstüne gelen karısının davranışlarını anlatır. Mahpus ölmüştür ve karısına haber vermişlerdir. Apar topar gelip, usulünce gözyaşı döküp ağıt yakan kadın, bir süre sonra kocasının eşyalarını toplamaya başlamıştır. Bulamadığı çaydanlık için ortalığı velveleye vermiş, bir anda tüm derdi adamdan kalan eşyalar olmuştur. Kadın, cenazenin alınıp, gömülmesi ikazını yapan idare müdürüne itiraz edip “ne demekmiş o? devlet elinde can verdi, ölüsünü de devlet kaldırır. Elimi sürmem. On para da vermem,” deyip, çekip gitmiştir. Çok güzel hikâyedir bu ve çok şey anlatır insanların bir çok duyguyu nasıl peşinsıra yaşayabildiğini sergilemesi adına… Ölenin arkasından dökülen gözyaşının ve yakılan ağıtın kıtlık belasına nasıl bir anda bencil bir öfke haline dönüşerek kaybolan çaydanlık da vücut bulduğu vurgulanır… Aslında her ölüm bir trajedidir ve her ölünün ardında bırakacağı, birilerinin istifade etmek isteyeceği bir çaydanlık da illaki vardır. Lakin burada dikkatinizi çekmek istediğim nokta günümüz dünyasında insanların içinde bulundukları ruh haletine dair duyguları rafine halde yaşayamamaları çakırcalı mehmet gibi hoplaya zıplaya bir duygudan diğer duyguya ani geçişler yapmak zorunda kalmış olmalarıdır. Maalesef hiç birşeyi doğal haliyle yaşayamıyoruz ne ölümü ne doğumu ne yardımseverliği ne gönüllülüğü.. kısacası günümüz kapitalist dünyasında oluşan koşullanmalar ve oluşturulan algılar ile gönüllük kavramı da sosyal sorumluluk projeleri ile peşine düşülmüş birer çaydanlık kulpları haline gelmiştir. Çünkü maalesef bir çok projede ilk hedef toplumsal fayda değildir… Bilakis tüketim kültürüne alıştırılmış ve yalnızlıkları ile çevrelenen tembel toplum bireylerine yapılan birer PR çalışmasıdır… Çaydanlıktır… Cenazeler nasıl olsa kaldırılır… Son olarak bu yazı ile hakkını yemek istemediğim derviş kültürü ile hareket ederek sosyal çalışmalar yapan İETT gibi kurumlardan özür diliyorum. Çünkü biliyorum ki herşeye rağmen bu ülke de güzel şeyler de oluyor. Fakat yine kısa bir hikayeyi nakletmeden edemeyeceğim. Kemal Tahirin ünlü romanı Karılar Koğuşunda İstanbullu Murat karakteri kendisine sevdalanan Tözey karakterinin boş bir sevda da olduğunu anlatırken bir devenin üstünde leblebi unu yiyen adamı örnek verir. Birisi aşağıdan sormuş “Ne yiyorsun birader?” devedeki adam eliyle işaret etmiş “rüzgar böyle eserse : HİÇ
Leblebiler Rüzgarların olsun… Biz bu deveyi ille de güdeceğiz